Yıllar boyunca pek çok kişiye, pek çok arkadaşıma, "Şu an ne hissediyorsun?” diye sordum. Bu soruyu sorduğum ortam, bazen bir iş yeriydi, bazen de bir lokanta. Bir aile toplantısında ya da güzel bir manzara karşısında da sorduğum oldu “Şu an ne hissediyorsun?” sorusunu. Verilen cevapların oldukça küçük bir bölümü, o an içinde bulunduğumuz ortamla ilgiliydi. Cevapların büyük bir bölümü, cevap veren kişinin ya geçmiş yaşantısıyla ya da gelecekte olacaklarla ilgiliydi. Örneğin insanlar şunları söylüyorlardı:
“Acaba dilekçemi işleme koydular mı?”. ور
Bunlar ve benzeri cevaplar, içinde yaşanılan an ile ilgili değil; ya geçmişle ilgili, ya da gelecekle ilgili. Oysa insanlar, o an içinde bulundukları dış dünyayı ve sahip oldukları iç dünyayı fark edip bir şeyler söyleyebilirler. Örneğin "Şu an karşımdaki manzara bana coşku veriyor” diyebilirler; ya da "Sandalye rahatsız ediyor" diyebilirler. Bunları söylemek, içinde yaşanılan anı fark etmek demektir. Bizler, içinde bulunduğumuz ortamı ve kendimizi fark etmek ve bulunduğumuz anı dolu dolu yaşamak yerine, çoğunlukla geçmişi ya da geleceği düşünmeyi alışkanlık haline getirmişizdir. Varoluşçu Felsefe’nin bu konuya bakış tarzını özetlemekte olan çok beğendiğim bir özdeyişi var. Şöyle: “Bugünümüzü çalan iki
Varolmak Gelişmek
Uzlaste ve geleceğe lursız var, geçmişe ilişkin pişmanlıklarımız kin kaygılarımız. Bu iki hırsız bugünümüzü alıp
ili götürür."" Gerçekten içinde bulunduğumuz anın tadını çıkarman, engelleyen iki kötü alışkanlığımız vardır: Düne ilişkin manlıklarımız ve yarına ilişkin kaygılarımız. Dünle ve yu runla ilgili bu düşünceler, bugünümüzü alıp götürür, ader, erozyona uğratır. “Selam” adlı şiir kitabımdaki bazı şiirle varoluşçu görüşle, özellikle içinde bulunulan anı yaşamaki ilgili. Bunlardan birisi olan Çarşamba'nın İzin Günü ad şiirin bir bölümünü paylaşmak istiyorum:
Memurun izin günü vardır, Yağmurun izin günü vardır, Her şeyin izin günü vardır, Çarşambanın izin günü yoktur. Tarihte çarşamba hiç atlanmamıştır.
Bir haftadan ötekine Koşturup durdu Çarşamba. Ömrü-günü yolda geçti. Ya perşembe için kaygılandı, ya pişmanlık duydu salıdan. Gününü gün edemedi. Saatleri eşsizdi, yalnızca onundu. O ise kendini hiç fark etmedi. Günlerden bir gündü, Hafiada bir geçiverdi.
Çarşamba, ya Perşembe için kaygılanıyormuş ya da Salidan pişmanlık duyuyormuş. Bu yüzden gününü gün edememiş, içinde bulunduğu anın tadını çıkaramamış, kısacası varoluşunu yaşayamamış.
Giriş: Gözlemler, Görüşler, Öyküler
Sokakta, kafanızda düne ilişkin ya da yarına ilişkin türlü düşüncelerle yürüyebilirsiniz. Bu durumda büyük bir ihtimalle, sokağa bakarsınız, fakat görmezsiniz; sokağı fark etmeden yürürsünüz. Sokak ziyan olur; asıl önemlisi, o sokakta geçen dakikalarınız ziyan olur. O sokakta, yeterince var olmadan yürümüş olursunuz. Bazen de sokaklar gibi, bütün bir hayatımız geçip gider fark etmeyiz. Ev alma, araba alma, faturaları ödeme telaşıyla yıllar geçer; çocuklarımızı yeterince fark edemeden, bir de bakarız ki büyümüşler.
Oysa bütün bunların yerine, yaşamdaki hedeflerinizden vazgeçmeksizin sokakları fark ederek yürümeniz, çocuklarınızı fark ederek büyütmeniz mümkündür. Yaptığımız işlerin tadını çıkararak yaşamanız mümkündür. Bir okuldan mezun olduktan sonra “Ah ne güzel günlerdi” diye kaçırılmış güzellikleri hasretle ve esefle hatırlamak yerine, o güzel günleri yaşarken fark etmeniz mümkündür. Yaşamda geçen bir saniyenin, Evren tarihi boyunca bir daha tekrarlanması mümkün değildir. (Herakleitos'un dediği gibi “Bir ırmakta iki defa yıkanamazsınız”.) O halde, yaşamımızı oluşturan, o tekrarı mümkün olmayan, o eşsiz saniyelerin tadini çıkararak yaşamaya ne dersiniz?
Çok Çalışmak
Bir ihtiyarın üç çocuğu varmış. Ömrünün sonlarına eren bu ihtiyar, çocuklarını başına toplıyarak şöyle öğüt vermiş: oğullarım! görüyorsunuz ki: ben ölüme hazırlanıyorum. Son olarak size bir sözüm var: ben sağlığımda artırabildiğim paraları bir küpün içine doldurup bahçenin bir köşesine gömmüştüm. Fakat onu ne tarafa gömdüğümü şimdi hatırlıyamıyorum. Ben öldükten sonra siz o parayı arayıp bulunuz...
Üç kardeş babalarını toprağa gömdükten sonra toprağın içindeki altın küpünü bulmak amaciyle o geniş bahçeyi karış karış kazdılar; toprağı âdeta elekten geçirir gibi aktardılar. Fakat altın küpünü bir türlü bulamaduar, ve ümitlerini kestiler. İçlerinden biri dedi ki: bu toprağa bu kadar emek vermişken her tarafına ekin ekelim. Hiç olmazsa ondan fayda görürüz.
Bu sözü öbürleri de iyi gördüler ve güzel bir tohum bulup bahçenin her tarafını ektiler. Allah öyle bir buğday verdi ki, ambarlar dolup taştı. Ellerine pek çok para geçti. Anladılar ki: babalarının söylediği altın dolu küp toprağı kazmak yoliyle çalışıp iş yapmakta imiş. Böylece çaLşmanın tadını alan bu üç kardeş, bundan sonra durmadan çalıştılar ve bu sayede çok zengin oldular.
İşte çocuklarım! Her şey böyledir. İlim, servet, büyük adam olmak hep çalışmakla elde edilir. Çalışan kazanır, büyür, yükselir, herkesin yanında itibarı artar, muradına erer. Çalışmıyan daima sakat ve muhtaç kalır, başkalarına kul köle olur.
Su küçüğün, söz büyüğün
Çocuk-Anababalardan oluşan bir toplum olduğumuzu, günlük yaşamda Çocuk-Anababa türü iletişimi doya doya yaşamak istediğimizi gösteren güzel bir atasözü var. Şöyle:
Su küçüğün söz büyüğün
Bu söz bize ne anlatıyor? Böyle bir sözün doğruluğuna inanan kişilerin, kişilerarası ilişkiler konusundaki beklentileri, sanınm şöyle sıralanabilir:
a) Büyükler, küçükleri korumalı; büyükler Koruyucu Anababa olmalı,
b) Küçükler, büyüklerin sözünü dinlemeli, Uslu Çocuk olmali,
Çocuklar, haddini bilmeli; çocuklar/insanlar, kendilenini doyuran, koruyan kişilere itaat etmeli, büyüklerin görüşlerine karşıt fikirler ileri sürmemeli.
"Böyle olmasında ne zarar var?" diyebilirsiniz. Kanımca, büyüklerin küçükleri doyurmalarında ve kollamalarında hiçbir sakınca yoktur. Fakat büyükler, bu fedakârlıklarının karşılığında "söz söyleme" tekelini ellerinde tutmak istediklerinde probJem ortaya çıkmaktadır. "Su küçüğün, söz büyüğün" anlayışını benimsediğimizde, büyüklerle küçükler arasında diyalog kopukluğu kaçınılmaz olacaktır. Ülkemizde hâlâ köylerde, kasabalarda birçok kahvede gençler ve yaşlılar ayrı ayrı yerlere oturmaktadırlar. (Bunun bir istisnası vardır; yaşları kaç olursa olsun mülkî âmirler ve öğretmenler yaşlılar tarafına buyur edilir.) Evlerde, tarlalarda, çoluk-çocuk sahibi de olsalar genç insanlar, ve dedeleriyle karşı karşıya geçip rahatça konuşamamaktadırlar. Gençlerin büyüklerin görüşlerine itiraz etmeleri yasaktır; bunu belki anlayabiliriz. Fakat gençlerin, itiraz etmeksizin, babalarının önünde kişisel görüşlerini dile getirmeleri de yasaktır. Böyle olunca kuşaklar arasında, aşılması zor bir duvar ortaya çıkmaktadır. Gençler, muhtemelen hayranlık duybabalarıyla dukları babalarını uzaktan gözleyebilmekte ve gözledikleri kadarıyla özdeşim kurabilmektedirler. Babalarıyla konuşup tartışma yeterince yararlanmaları ve kendilerini birer "Yetişkin" olarak geliştirmeleri, gerçekleştirmeleri mümkün olmamaktadır.
İletişim Çalışmaları ve Empati
Geleneksel yaşam biçimimizde, kuşaklar arasında inanıl. ması zor bir hiyerarşi vardır. Babaların ve annelerin kendi ço cuklarını büyüklerin yanında sevmeleri, hatta onlara doğduk larında kendi istedikleri isimleri vermeleri ayıptır, yasaktır. Ni ce köyümüzde şöyle bir kural hâlâ geçerlidir : Genç bir baba nin çocuğu yere düşse, yüzü gözü kanasa, bu babanın babası yani çocuğun dedesi "kaldır" demeden baba çocuğunu yerden kaldıramaz. Eğer otomatik olarak düşen çocuğunuzun yanına koşarsanız, çevre sizi ayıplar. Uslu Çocuk olup, babanızdan emir beklemeniz gerekir. Ne demişler; "su küçüğün, söz büyüğün". Çocuğunuzun hayati tehlikede bile olsa, kendi başiniza karar veremezsiniz; Yetişkin olamazsınız. Toplum sizi, büyüklerin gözüne bakan Çocuk rolünde görmek ister; bağımlı olasınız ister.
Öğrenci arkadaşlarımla yaptığım bireysel ve grupla danışmalarda gözlediğim kadarıyla, gençlerle babaları arasındaki diyalog kopuklukları her iki tarafa da acı vermektedir. Genç arkadaşlarımla aramda geçen konuşmalardan bir kısmı şöyledir:
Ben: Babanın olumsuz yanlarını sıraladın; olumlu yanı da var mı? Genç
Genç: Hiç düşünmedim.
Ben: Şimdi düşünür müsün?
Genç: Babam dürüst bir insandır; dürüstlüğü ile iftihar ediyorum. Ben: Bunu ona söyledin mi; ya da söyleyebilir misin? Genç: Hayır, söyleyemem. Ben: Niçin? Genç: Ayıp olur. Ben: Peki, babanı hiç öptün mü? Genç: Elini öperim ama yüzünü öpmem. Yüzünü de öpmek isterdim, ama öpemem. Ben: Niçin? Genç: Ayıp olur. Ben: Ayıp olacağını kim söyledi? Genç: Bilmem, ayip olur işte.
Yetişkin Olmak Kolay mı?
Çocuk-Anababalar Toplumundan Yetişkinler Toplumuna ya da Empatik Topluma giden yolda yeterince hızlı yol almıyor olabiliriz. Bunu doğal kabul etmek gerekir. Çünkü bir toplumda yüzyıllarca egemen olmuş bir yaşama/iletişim biçimini kısa sürede değiştirmek oldukça zordur. Bu yüzden olsa gerek, Cumhuriyetle birlikte gelen düşünce reformunu yasalardan pratiğe geçirmek kolay olmamaktadır. Öte yandan okullarda
Cüceloğlu'nun kitapları: İnsan İnsana (1979), Yeniden İnsan insana (1992), insan ve Davranışı (1991), İçimizdeki çocuk (1993), İyi Düşün Karar Ver (1993) ve Yetişkin Çocuklar (1994).
Sanatımızda ve Günlük Yaşamımızda Kişilerarası İletişim
okutulan, bir Yetişkin insan yetiştirmeyi hedefleyen bilgileri, vasam stilimize ve dünya görüşümüze sindiremiyoruz. Örnežin, üniversiteyi bitirene kadar kendisine yıllarca deneyin ve gözlemin önemi anlatılmış nice aydın, falcılara, medyumlara gidiyor. Aydınlarımız, bu kişilerin kendilerine sundukları bilgileri, hangi deney ve gözlemle edindiklerini sorgulamıyorlar. Yıldız falcısının bir şekilde birleştirip aslana benzettiği yıldızlann, başka bir şekilde birleştirilip ütüye ya da kerpetene benzetilebileceği akıllarına gelmiyor.
Geleneksel dünya görüşünden uzaklaştıklarını düşünen aydınlarımız bile zaman zaman geleneksel tarzda iletişimler sergiliyorlar. Bu konuda iki gözlemini paylaşmak istiyorum:
Birinci gözlemim, senaryosunu Bilgesu Erenus'un yazdığı bir İrfan Tözüm filmi; adı Devlerin Ölümü. Sabahattin Ali'nin üç hikâyesini temel alan bir senaryoya dayanan bu film, artık insanlarımızın dudak büktüğü Eski Türk Filmlerinden çok farklı. Devlerin Ölümü, gerçeği bir Yetişkin tavrıyla irdeleyen insanların ortaya koyduğu çağdaş bir eser. Yani bu filmi, ÇocukAnababalar değil, Yetişkinler, belki de Empatik Toplumun öncüleri çevirmiş. Ancak filmin bir sahnesinde, Çocuk-Anababalar Toplumundan miras kalmış bir iletişim sergileniyor. Şöyle ki; film çekim ekibi bir okulun yanından geçerken bir çocuk yönetmene yaklaşıp (yönetmeni Tarık Akan oynuyor), "Film mi çevireceksiniz amca?" diye soruyor. Yönetmen ise gülümseyerek çocuğun başını okşuyor ve cevap vermeden yürüyüp gidiyor. Şekil-51a'da görüldüğü üzere, yönetmen bu davranışıyla çocuğu, Çocuk yerine koymuş, Yetişkin yerine koymamıştır. Yani yönetmen, Çocuk-Anababalar Toplumuna uygun bir davranış sergilemiştir. Çünkü Çocuk-Anababalar Toplumunda çocuklara ya "aferin" denilir, ya azarlanır ya da bir emir verilir; çocukla diyalog kurulmaz, sohbet edilmez; hatta bir misafirin yanında soru soran çocuklara cevap verilmez, (mümkünse hiç verilmez). Buna karşılık çocuklar sevilir, korunur, bazı soruları karşısında yönetmenin yaptığı gibi kafaları okşanır ve sanki ortamda yoklarmış gibi iletişim noktalanır. Yetişkin yanını geliştirmiş bir büyükten ise, Şekil52b'de görüldüğü gibi davranmasını bekleriz. Böyle bir kişi, çocuğun sorusunu cevapsız bırakmaz; "Evet film çeviriyoruz" ya da "Hayır" diye karşılık verir. Böyle davrandığında ise karşısındaki çocuğu Yetişkin yerine koymuş, "adam" yerine koymuş olur.
Soru soran bir çocuğa cevap vermeden sadece kafasını okşamak bir Çocuk-Anababa tavrıdır; sadece cevap verip yürüyüp gitmek bir Yetişkin tavrıdır; çocuğa hem cevap vermek, hem de kafasını okşamak ise Empatik Topluma özgü daha gelişmiş ve sentezleyici bir tavırdır.
Geleneksel dünya görüşünden uzaklaştıklarını düşünen aydınlarımızın sergiledikleri geleneksel tarzdaki iletişimlere ikinci örneğim şu: Son on beş-yirmi yıldır üniversite mezunu bazı aydınlarımız herkese (bakkala, çöpçüye, balıkçıya, öğretmene, avukata) "hocam" diye hitap ediyorlar. Bu davranışları, gerçek hocaların (özellikle öğretim üyelerinin) otoritesine baş kaldırma isteğinden kaynaklanıyor olabilir ya da "herkesten öğrenebileceğimiz bir şeyler vardır" görüşünden kaynaklanan eşitlikçi bir anlayışın ürünü olabilir. Gerekçe ne olursa olsun, konunun ilginç yanı bence şu: Geleneksel dünya görüşünden uzaklaşmak isteyen -belki gerçekten de uzaklaşmış olan- aydınlarımız, modern bir iletişim üslûbu oluşturmaya niyetlendiklerinde, geleneksel bir kelime olan "hocam" kelimesini simge olarak seçmişlerdir. Dedelerimizin geçmişte hayal ettikleri, "rahat ve yaratıcı Nasrettin" tipine "hoca" sıfatını eklemeleri gibi, günümüzün aydınları da her yiğide "hoca" demeyi uygun görmüşlerdir. Bence bu tavır, insanların dünya görüşleri değişse bile, benliklerinin derinlerine işlemiş olan iletişim tarzının kolay değişmeyeceğine güzel bir örnektir.
İletişim
Sosyal yaşamı önemli bir kelime ile özetlemek istesek, herhalde bu kelime “iletişim” olurdu. İletişim, dolayısıyla sosyal yaşam, varoluşumuzun temel öğelerinden.
Kişinin iletişim tarzı ile varolma tarzı / varolma düzeyi arasında karşılıklı etkileşim vardır. Kurduğunuz iletişimin niteliği nasıl bir insan olacağınızı belirler; nasıl bir insan olduğunuz ise kuracağınız iletişimi belirler. Eğer isterseniz, iletişimi bir sanat, kendinizi de bir iletişim sanatçısı haline getirebilirsiniz. Ekolünüz size kalmıştır.
Ekolden neyi kastediyorum: Bireyin kurduğu iletişimlerde, onun kişiliğinin ve iletişim bilgisinin etkisi kadar, hangi rolü icra ettiğinin, hangi değerleri benimsediğinin ve hangi düzeyde oyun oynadığının da etkisi vardır. Sanat ekollerine benzer şekilde, toplumların ve bireylerin de iletişim ekolleri olduğunu düşünebiliriz.
Diyelim ki Ahmet Bey kuyrukta bekliyor ve kuyruğun kişiyi, mensup olduğu sanat ekolüne veya dünya görüşüne bu münasebetsizi nasıl uyarır? Şüphesiz ki Ahmet Bey bu uygun bir üslupla uyarır. Şimdi Ahmet Bey'in kuyrukta önüne geçen kişiye verebileceği tepkilere bakalım:
Klasik tepki: "Sıraya geç kardeşim.” Neoklasik tepki: “Şeker kardeşim sıraya geçiver."
Realist tepki: "Sıra var"
Sürrealist (gerçeküstü): "Sallandıracaksın bunlardan iki tanesini Kızılay'da, bak bir daha yapiyorlar mı?”
Romantik: "Beyefendi galiba sırayı görmediniz "
Naturalist: "Sırana geç.
Modern: "Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa'da..."
Post-modern: “Sıraya geç lan ayı!”
Mutabakatçı: "Acelesi olmasa öne geçmezdi; üzmeyin garibi.”
Devrimci: "Alt yapi sorunları çözülmeden halkımız siraya geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek.
Kaderci: “Bırakın geçsin ya. İki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür."
Felsefeci (septik/kuşkucu): "Ön ve arka kavramları izafidir. O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir.” demektir.
Kanıtçı: “Efendim, algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa, adam yok olur."
Kötümser varoluşçu: “Herkes bir gün ölecek onurlu bir şekilde bekleyin, o adam da ölecek. "
İyimser varoluşçu: “Sıkmayın canınızı şu anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve önünüze geçiyorlar.”
Hümanist: “İnsanlık bir bütündür. hepimiz birimiz için. Birimiz öne geçince, aslında hepimiz öne geçmiş gibi oluyoruz.