Yazılarım

1-Okumaya,
2-Düşünmeye,
3-Çalışmaya,
4-Dinlenmeye,
5-Kendine,
6-Sevdiklerine,
7-Öğrenmeye,
8-Öğretmeye,
9-Değişmeye,
10-Gelişmeye,

"Tabak yıkıyorsan, tabak yıka!”

Bu atasözünde galiba “kendini yaptığın işe ver" denilmek isteniyor. Bu görünür anlamın yanı sıra, benim bu atasözüne yüklediğim anlam şu: “Kendini yaptığın işe vererek, evrenle ve o işle bütünleşerek, keyif alarak yap işini.” Kendimizi yaptığımız işe verebilmek için anımızı yaşamamız gerekir. Bu bölümün başında, anı yaşamak için, içinde bulunduğumuz mekâna ve zamana odaklaşmamız gerektiğini ileri sürmüştüm. “Tabak yıkıyorsan tabak yıka” sözü, sanırım söz konusu “odaklaşmak” fikrini güzel bir şekilde dile getiriyor.

Eğer evinizde tabak yıkıyorsanız, fakat aklınız iş yerinizde ise, yeterince tabak yıkamıyorsunuz demektir. İş yerinizde işinizi yapmaya çalışırken, aklınıza yaz tatili veya akşam yıkayacağınız tabaklar geliyorsa, bu kez de işinizi yeterince yapmıyorsunuz demektir.

Herkes sakız çiğnermiş ama çingene kızı tadını çıkararak cümüz vardır; o halde onu çiğneme şeklimizi de seçebiliriz. çiğnermiş. Yaşamda, sakız çiğnemeyi seçip seçmemeye gütadını çıkararak yaşamak ne güzel. Yaşamımızdaki herhangi bir şeyin veya daha da iyi her şeyin iş ve eğlence apayrı iki kavram değildir. İşini yaparken anını yaşamayı beceremeyen -varoluş hazzı duymayan kişibir ihtimal eğlenmeye çalışırken de anı yaşamayı beceremeleniyorsan eğlen", "Çalışıyorsan çalış", "Çocuğunla konuyecektir. Bu noktada, "Tabak yıkıyorsan tabak yıka”, “Eğşuyorsan, çocuğunla konuş” demek istiyorum. Bunu gerçekleştirmek için, yapılan işe, mekâna ve zamana odaklaşcine ve sevincine sahip olmak gereklidir. varoluş bilinmak, bütün bunları evrenle bütünleştirmek ve Yaşamak İçin Mekana ve Zamana Odaklaşma

Ya da tade slogan ortaya koymak istiyorum. Slogan Ama Bir an önce bitsin diyerek tabak yıkayabilirim. bak vikarken aklımdan şunlar geçebilir: “Ben varım ve şu an rabak yıkıyorum. Bu tabaklar, bu lavabo ve ellerim, müthiş bir gelişme sürecinin ürünüdür. Hiçbir canlı, tabakları bu „şekilde evirip çevirebilecek parmaklara sahip değil. Suyun akışı, tabağın içinin tertemiz olması, elimi tabağın içine bastırarak dolaştırdığımda çıkan ses hoşuma gidiyor. Ben şu an tabak yıkıyorum.” Bu düşünce, bir mantığa bürüme veya polyanacılık değildir; yapılan işle ve bu işi ve beni içinbarındıran dünyayla bütünleşmedir.

"İşinizi yapmayın, işinizi yaşayın.

Bu sözle şunu kastediyorum. Eğer bir işi, içinde bulunduğunuz anı yaşamadan yapmaya çalışıyorsanız “işinizi yapıyorsunuz" demektir. Eğer bir işi, içinde bulunduğunuz anı yaşayarak yapmaya çalışıyorsanız “işinizi yaşıyorsunuz” demektir. Bir işi yaşayarak yapmaya çalıştığınızda, içinde bulunduğunuz mekâna, zamana ve o işe odaklaşıyor, o işin, Dünya'nın/Evren'in bütünlüğü içinde bir yere sahip olduğunu ve o an onu yapmakta olduğunuzu fark ediyor ve bütün bunlardan bir coşku duyarak çalışıyorsunuz demektir. (Bir işi, evrenin bütünlüğü içinde ele almakla ilgili bir uygulamay! (EHE) “Evrenle Bütünleşmek” başlığı altında göreceksiniz.)

Bu dünyada yalnızca işlerini yapanlar, emekli olunca kendilerini işsiz kalmış hissederler.

Oysa bunun yerine, yaşamdan zevk alarak, işlerini yaşayarak yapanlar, emekli olunca, bu kez de emekliliğin tadını çıkarmayı becerirler. Yaşamaktan zevk almak yerine, yalnizca çalışmaktan zevk alanlar, emekli olunca perişan olurlar.

Çalışırken anın nasıl yaşanabileceği konusunu somutlaştırmak için yaşamımdan bir örnek vermek istiyorum. Çalışırken, belki en saniye içinde bulunduğum anı yaşamiyorum; zaman zaman yaşıyorum. Ancak bu da yeterli oluyor. Diyelim ki Ankara'da bir kütüphaneye gittim; orada bir kitabın belirli yerlerini kısa süre içinde okuyup not almam gerekiyor. Kitabı elime alınca, eğer yerler numaralı değilse, birkaç saniye salona bakıp oturmak için kendime uygun bir yer seçiyorum. Seçtiğim bu yer, benim için manzarası güzel -yani enstantane yakalamaya uygun bir yerdir. Kimi zaman öyle bir pencere önüne otururum ki, arada bir başımı kaldırınca Atakule'yi görebileyim; ya da başımı bir diğer yana çevirdiğimde uzayıp giden kütüphane raflarını görebileyim.

O kütüphanede hızla elimdeki kitabı okuyup anlamaya çalışırken, belki bir saniye aklımdan şunlar geçiyor: “Karşımda Atakule var; artık Paris'in bir parçası olmuş Eifel gibi, Atakule de bir gün Ankara'nın bir parçası olacak. Ben şu an buradayım, zaman içinde şu anın tekrarı olmayacaktır; şu an benim içimde ve etrafinda , tekrarı olmayan, eşi bulunmayan, eşsiz bir şey var ve ben bütün bunların farkındayim.”

Böyle düşünmek bana heyecan veriyor. İşiniz her ne olursa olsun, ister bir fabrikada çalışıyor, ister pazarda patates satıyor, isterse ev işi yapıyor olun, benzeri düşünceler sizin de yaptığınız işten keyif almanızı, daha da önemlisi dolu dolu yaşamanızı sağlayabilir.

Eger siz pazarda patates satıyorsanız, o an unca tekrarı olmayan muhteşem bir andır. Bunu fark ederseniz, yalnızca size ait olan çok değerli bir şey edinmiş olursunuz.

 Yemeğin Kabı Değişince Tadı da Değişir mi?
Yaptığınız bir işi “mecburen" de yapabilirsiniz, keyif duyarak da. Sahana kırdığınız yumurtayı mecburen de yiyebilirsiniz, o yumurtayı lüks bir akşam yemeği haline de getirebilirsiniz. Böyle lüks yaşamanın fazlaca para gerektireceğini düşünmeyiniz. Para dış zenginliktir. Paramızı artırmadan, yalnızca iç zenginliğimizi artırarak da lüks yaşamak mümkündür. Varoluş düzeyimizi nasıl yükseltebileceğimizi, iç zenginliğimizi nasıl artırabileceğimizi kitabın ilerleyen bölümlerinde göreceğiz. Şimdi yaşamı zenginleştirmeye ilişkin yalnızca küçük bir örnek vermek istiyorum. Yumurtayı nasıl yemeli?
Sahanda pişen yumurtayı, çoğunlukla beyaz tabaklarca rek kendime "Yumurtayı başka nasıl yiyebilirim?" sorusun yeriz. Birkaç yıl önce, bir televizyon programından esinlene sordum. (Buradaki “Başka nasıl?” sorusunun altını çizme istiyorum. Bir etkinliği başka nasıl yapabileceğimizi sorgu lamak, yaratıcılığa giden yolda çok önemli bir adımdır. Yumurtayı, beyaz porselen tabakta yemek yerine, siyah bir tabakta yemek daha keyifli olabilirdi. Düşününüz: Siya tabakta, çevresi beyaz ortası sarı bir yumurta; yanina birkaç dilim de havuç kesip koydunuz. Bu yumurtanın tadı ari değişmiştir. Hikmet babamdan (kayınpederim) öğrendiğim bir söz var. Anadolu'da “Yemeğin kabi değişirse, tadı da değişir" derlermiş. Galiba doğru. Yemeğin ve onun da öte. sinde yaşamın, kabını ve kapsamını değiştirmeyi, geliştirme yi öğrenmek gerek. Bunu öğrendiğimizde, varolma ve geliş me sürecinde yol katetmiş oluruz.

İki Defa Gülmek Sakıncalı mı?

İlkokul yıllarında kız arkadaşlarımın bir sözlerini hatırliyorum. Oyun oynarken birkaç defa güldükten sonra “Ay çok güldük; şimdi ağlayacağız” derlerdi. Sanırım bu söz şimdilerde de söyleniyor. Galiba bu ve benzeri tavırlar, teneffüs vermeden yaşamaya, varoluşu yaşamadan yaşamaya birer örnektir. Oysa gülerek yaşamak, yaşamı daha kaliteli hale getirir.

İnsanları yönetmenin, onları kendinize bağımlı kılmanın yollarından birisi, onların spontanlıklarını bastırmaktır. Onlarin, kendi istedikleri gibi değil de, sizin istediğiniz gibi davranmalarını istiyorsanız, öncelikle gülmelerini kontrol altına almalısınız. Bir insanın gülmesini, kurallara bağlayarak kontrol altına alırsanız, giderek o insanı tümüyle kontrolünüze alabilirsiniz. Bu, insanları yönetmenin kötü bir yoludur. Sizin için görünürde karlı olabilir; ancak hem erdemli değildir, hem de başlangıçta sizin kontrol ettikleriniz giderek sizi kontrol etmeye başlar. Şöyle ki:

Kontrolde aşırıya kaçan, kendisi de kontrol edilir. Örneģin, doğal yaşamını yok ederek kontrol altına aldığımız dünya, bugün bizi beton yığınlarıyla kontrol etmektedir. Spontanlıklarını bastırarak insanları kontrol ettiğinizde, aşırı kontrol kültürün bir parçası haline gelir, başkaları da sizi kontrol eder.

İnsanların gülmelerini, doğrudan ya da dolaylı olarak engellemek demek, onların spontanlıklarını bastırmak, varoluş hazzı duymalarını engellemek demektir. Spontanlıkları bastırılmış, varoluş hazzı duymaları engellenmiş insanlar, bireyselleşme ve yaratıcı olma şanslarını, büyük ölçüde kaybederler. Böyle olunca da, birilerine bağımlı olma, onların güdümüne girme ihtimalleri artar. Çin atasözü “Gülerken göbeği hoplamayan adamdan korkarım” diyor. Gülmek, yalnizca yaratıcı ve bireysel olabilmek için gerekli değildir($). Gülmek, insanları sevmek için de gereklidir. Yürekten gülen, göbeği hoplayarak gülen bir insan, insanları ve tüm Evren'i sevmeye de hazır demektir.

Kahkaha ile gülen bir insan, adeta “Ben varım ve yaşıyorum!” der. Ancak gülen insanın, yaratıcı olması, gelişmesi, çevresini geliştirmesi ve tüm Evren’i kucaklaması mümkündür.

Bir Nasrettin Hoca fikrasına niçin güleriz? Çünkü fıkranın başında bir sorun vardır; fıkranın sonunda ise Hoca, kolayca aklımıza gelmeyecek yaratıcı bir çözüm üretir. İşte bizi, bu yaratıcı çözüm güldürür. Buluşlarıyla gelecek kuşaklara hediyeler bırakmış olan bilimadamları, hiç fikra a latmamış olabilirler, ancak insanlığın yüzünü güldürmektedir ler. Pasteur hâlâ yüzümüzü güldürmektedir. Yani kısacası, insanlığın yüzünü güldürmek açısından Nasrettin Hoca, Moliere, Edison ve Pasteur arasında bir fark yoktur.

Dördünün ortak yanı spontanlıklarını ve yaratıcılıkların insanlık için kullanmış olmalarıdır. Bunlar, gülmüş ve dürmüş kahramanlardır. Gülmeyi beceren, güldürür de yüzü gülmeyen (gerçek ve mecazi anlamda) kişinin, yakınla rinin veya dünyanın yüzünü güldürmesi de zordur.

Bugünümüzü Çalan İki Hırsız

Yıllar boyunca pek çok kişiye, pek çok arkadaşıma, "Şu an ne hissediyorsun?” diye sordum. Bu soruyu sorduğum ortam, bazen bir iş yeriydi, bazen de bir lokanta. Bir aile toplantısında ya da güzel bir manzara karşısında da sorduğum oldu “Şu an ne hissediyorsun?” sorusunu. Verilen cevapların oldukça küçük bir bölümü, o an içinde bulunduğumuz ortamla ilgiliydi. Cevapların büyük bir bölümü, cevap veren kişinin ya geçmiş yaşantısıyla ya da gelecekte olacaklarla ilgiliydi. Örneğin insanlar şunları söylüyorlardı:

“Geçen haftaki toplantıyı düşünüyorum.”

"Çocuklar evde ne yaptılar acaba?”

“Taksiti nasıl ödeyeceğiz?”

“Acaba dilekçemi işleme koydular mı?”. ور

Bunlar ve benzeri cevaplar, içinde yaşanılan an ile ilgili değil; ya geçmişle ilgili, ya da gelecekle ilgili. Oysa insanlar, o an içinde bulundukları dış dünyayı ve sahip oldukları iç dünyayı fark edip bir şeyler söyleyebilirler. Örneğin "Şu an karşımdaki manzara bana coşku veriyor” diyebilirler; ya da "Sandalye rahatsız ediyor" diyebilirler. Bunları söylemek, içinde yaşanılan anı fark etmek demektir. Bizler, içinde bulunduğumuz ortamı ve kendimizi fark etmek ve bulunduğumuz anı dolu dolu yaşamak yerine, çoğunlukla geçmişi ya da geleceği düşünmeyi alışkanlık haline getirmişizdir. Varoluşçu Felsefe’nin bu konuya bakış tarzını özetlemekte olan çok beğendiğim bir özdeyişi var. Şöyle: “Bugünümüzü çalan iki
Varolmak Gelişmek
Uzlaste ve geleceğe lursız var, geçmişe ilişkin pişmanlıklarımız kin kaygılarımız. Bu iki hırsız bugünümüzü alıp
ili götürür."" Gerçekten içinde bulunduğumuz anın tadını çıkarman, engelleyen iki kötü alışkanlığımız vardır: Düne ilişkin manlıklarımız ve yarına ilişkin kaygılarımız. Dünle ve yu runla ilgili bu düşünceler, bugünümüzü alıp götürür, ader, erozyona uğratır. “Selam” adlı şiir kitabımdaki bazı şiirle varoluşçu görüşle, özellikle içinde bulunulan anı yaşamaki ilgili. Bunlardan birisi olan Çarşamba'nın İzin Günü ad şiirin bir bölümünü paylaşmak istiyorum:

Memurun izin günü vardır, Yağmurun izin günü vardır, Her şeyin izin günü vardır, Çarşambanın izin günü yoktur. Tarihte çarşamba hiç atlanmamıştır.

Bir haftadan ötekine Koşturup durdu Çarşamba. Ömrü-günü yolda geçti. Ya perşembe için kaygılandı, ya pişmanlık duydu salıdan. Gününü gün edemedi. Saatleri eşsizdi, yalnızca onundu. O ise kendini hiç fark etmedi. Günlerden bir gündü, Hafiada bir geçiverdi.

Çarşamba, ya Perşembe için kaygılanıyormuş ya da Salidan pişmanlık duyuyormuş. Bu yüzden gününü gün edememiş, içinde bulunduğu anın tadını çıkaramamış, kısacası varoluşunu yaşayamamış.

Giriş: Gözlemler, Görüşler, Öyküler

Sokakta, kafanızda düne ilişkin ya da yarına ilişkin türlü düşüncelerle yürüyebilirsiniz. Bu durumda büyük bir ihtimalle, sokağa bakarsınız, fakat görmezsiniz; sokağı fark etmeden yürürsünüz. Sokak ziyan olur; asıl önemlisi, o sokakta geçen dakikalarınız ziyan olur. O sokakta, yeterince var olmadan yürümüş olursunuz. Bazen de sokaklar gibi, bütün bir hayatımız geçip gider fark etmeyiz. Ev alma, araba alma, faturaları ödeme telaşıyla yıllar geçer; çocuklarımızı yeterince fark edemeden, bir de bakarız ki büyümüşler.

Oysa bütün bunların yerine, yaşamdaki hedeflerinizden vazgeçmeksizin sokakları fark ederek yürümeniz, çocuklarınızı fark ederek büyütmeniz mümkündür. Yaptığımız işlerin tadını çıkararak yaşamanız mümkündür. Bir okuldan mezun olduktan sonra “Ah ne güzel günlerdi” diye kaçırılmış güzellikleri hasretle ve esefle hatırlamak yerine, o güzel günleri yaşarken fark etmeniz mümkündür. Yaşamda geçen bir saniyenin, Evren tarihi boyunca bir daha tekrarlanması mümkün değildir. (Herakleitos'un dediği gibi “Bir ırmakta iki defa yıkanamazsınız”.) O halde, yaşamımızı oluşturan, o tekrarı mümkün olmayan, o eşsiz saniyelerin tadini çıkararak yaşamaya ne dersiniz?

İnsan ve Hayvan Bilinçleri Arasındaki Fark
İnsan ve hayvan bilinçleri arasında temelde önemli bir farklılık var. İnsanda benlik bilinci vardır; insan, ben ile besolmayan ayırımını yapabilmektedir. Hayvanlar, bilinçler sayesinde fark edebilmektedirler; fakat insan benlik bilina sayesinde fark ettiğini de fark edebilmektedir. (Eğer hayvanların fark ettiklerini fark ettiklerini belirtirsek, insanın fark ettiğini, fark ettiğini, fark ettiği söylenebilir
İnsanlar ve hayvanlar, geçmişte algıladıkları sahneleri ve yaptıkları davranışları zihinlerinde canlandırabilirler. Fakat insan, hayvanlardan farklı olarak, yaşadıklarından yola çıkarak, hiç yaşamadığı sahneleri ve geçmişte sergilemediği davranışları da zihninde canlandırabilir. Yani insan, zihninde, henüz sahneye konmamış birtakım senoryaları canlandırabilir, dış dünyaya zihninde şekil verebilir, dış dünyayı hayali olarak kontrol edebilir. İnsanın bu özelliği sayesinde, mevcutlardan yola çıkarak, zihinsel modellemeler yoluyla yeni araçlar yapması, yani yaratıcılık sergilemesi mümkün olabilir.

Çok Çalışmak

Bir ihtiyarın üç çocuğu varmış. Ömrünün sonlarına eren bu ihtiyar, çocuklarını başına toplıyarak şöyle öğüt vermiş: oğullarım! görüyorsunuz ki: ben ölüme hazırlanıyorum. Son olarak size bir sözüm var: ben sağlığımda artırabildiğim paraları bir küpün içine doldurup bahçenin bir köşesine gömmüştüm. Fakat onu ne tarafa gömdüğümü şimdi hatırlıyamıyorum. Ben öldükten sonra siz o parayı arayıp bulunuz...

Üç kardeş babalarını toprağa gömdükten sonra toprağın içindeki altın küpünü bulmak amaciyle o geniş bahçeyi karış karış kazdılar; toprağı âdeta elekten geçirir gibi aktardılar. Fakat altın küpünü bir türlü bulamaduar, ve ümitlerini kestiler. İçlerinden biri dedi ki: bu toprağa bu kadar emek vermişken her tarafına ekin ekelim. Hiç olmazsa ondan fayda görürüz.

Bu sözü öbürleri de iyi gördüler ve güzel bir tohum bulup bahçenin her tarafını ektiler. Allah öyle bir buğday verdi ki, ambarlar dolup taştı. Ellerine pek çok para geçti. Anladılar ki: babalarının söylediği altın dolu küp toprağı kazmak yoliyle çalışıp iş yapmakta imiş. Böylece çaLşmanın tadını alan bu üç kardeş, bundan sonra durmadan çalıştılar ve bu sayede çok zengin oldular.

İşte çocuklarım! Her şey böyledir. İlim, servet, büyük adam olmak hep çalışmakla elde edilir. Çalışan kazanır, büyür, yükselir, herkesin yanında itibarı artar, muradına erer. Çalışmıyan daima sakat ve muhtaç kalır, başkalarına kul köle olur.

Su küçüğün, söz büyüğün 

Çocuk-Anababalardan oluşan bir toplum olduğumuzu, günlük yaşamda Çocuk-Anababa türü iletişimi doya doya yaşamak istediğimizi gösteren güzel bir atasözü var. Şöyle:

Su küçüğün söz büyüğün

Bu söz bize ne anlatıyor? Böyle bir sözün doğruluğuna inanan kişilerin, kişilerarası ilişkiler konusundaki beklentileri, sanınm şöyle sıralanabilir:

a) Büyükler, küçükleri korumalı; büyükler Koruyucu Anababa olmalı,

b) Küçükler, büyüklerin sözünü dinlemeli, Uslu Çocuk olmali,

Çocuklar, haddini bilmeli; çocuklar/insanlar, kendilenini doyuran, koruyan kişilere itaat etmeli, büyüklerin görüşlerine karşıt fikirler ileri sürmemeli.

"Böyle olmasında ne zarar var?" diyebilirsiniz. Kanımca, büyüklerin küçükleri doyurmalarında ve kollamalarında hiçbir sakınca yoktur. Fakat büyükler, bu fedakârlıklarının karşılığında "söz söyleme" tekelini ellerinde tutmak istediklerinde probJem ortaya çıkmaktadır. "Su küçüğün, söz büyüğün" anlayışını benimsediğimizde, büyüklerle küçükler arasında diyalog kopukluğu kaçınılmaz olacaktır. Ülkemizde hâlâ köylerde, kasabalarda birçok kahvede gençler ve yaşlılar ayrı ayrı yerlere oturmaktadırlar. (Bunun bir istisnası vardır; yaşları kaç olursa olsun mülkî âmirler ve öğretmenler yaşlılar tarafına buyur edilir.) Evlerde, tarlalarda, çoluk-çocuk sahibi de olsalar genç insanlar, ve dedeleriyle karşı karşıya geçip rahatça konuşamamaktadırlar. Gençlerin büyüklerin görüşlerine itiraz etmeleri yasaktır; bunu belki anlayabiliriz. Fakat gençlerin, itiraz etmeksizin, babalarının önünde kişisel görüşlerini dile getirmeleri de yasaktır. Böyle olunca kuşaklar arasında, aşılması zor bir duvar ortaya çıkmaktadır. Gençler, muhtemelen hayranlık duybabalarıyla dukları babalarını uzaktan gözleyebilmekte ve gözledikleri kadarıyla özdeşim kurabilmektedirler. Babalarıyla konuşup tartışma yeterince yararlanmaları ve kendilerini birer "Yetişkin" olarak geliştirmeleri, gerçekleştirmeleri mümkün olmamaktadır.

İletişim Çalışmaları ve Empati

Geleneksel yaşam biçimimizde, kuşaklar arasında inanıl. ması zor bir hiyerarşi vardır. Babaların ve annelerin kendi ço cuklarını büyüklerin yanında sevmeleri, hatta onlara doğduk larında kendi istedikleri isimleri vermeleri ayıptır, yasaktır. Ni ce köyümüzde şöyle bir kural hâlâ geçerlidir : Genç bir baba nin çocuğu yere düşse, yüzü gözü kanasa, bu babanın babası yani çocuğun dedesi "kaldır" demeden baba çocuğunu yerden kaldıramaz. Eğer otomatik olarak düşen çocuğunuzun yanına koşarsanız, çevre sizi ayıplar. Uslu Çocuk olup, babanızdan emir beklemeniz gerekir. Ne demişler; "su küçüğün, söz büyüğün". Çocuğunuzun hayati tehlikede bile olsa, kendi başiniza karar veremezsiniz; Yetişkin olamazsınız. Toplum sizi, büyüklerin gözüne bakan Çocuk rolünde görmek ister; bağımlı olasınız ister.

Öğrenci arkadaşlarımla yaptığım bireysel ve grupla danışmalarda gözlediğim kadarıyla, gençlerle babaları arasındaki diyalog kopuklukları her iki tarafa da acı vermektedir. Genç arkadaşlarımla aramda geçen konuşmalardan bir kısmı şöyledir:

Ben: Babanın olumsuz yanlarını sıraladın; olumlu yanı da var mı? Genç

Genç: Hiç düşünmedim.

Ben: Şimdi düşünür müsün?

Genç: Babam dürüst bir insandır; dürüstlüğü ile iftihar ediyorum. Ben: Bunu ona söyledin mi; ya da söyleyebilir misin? Genç: Hayır, söyleyemem. Ben: Niçin? Genç: Ayıp olur. Ben: Peki, babanı hiç öptün mü? Genç: Elini öperim ama yüzünü öpmem. Yüzünü de öpmek isterdim, ama öpemem. Ben: Niçin? Genç: Ayıp olur. Ben: Ayıp olacağını kim söyledi? Genç: Bilmem, ayip olur işte.

Yetişkin Olmak Kolay mı?

Çocuk-Anababalar Toplumundan Yetişkinler Toplumuna ya da Empatik Topluma giden yolda yeterince hızlı yol almıyor olabiliriz. Bunu doğal kabul etmek gerekir. Çünkü bir toplumda yüzyıllarca egemen olmuş bir yaşama/iletişim biçimini kısa sürede değiştirmek oldukça zordur. Bu yüzden olsa gerek, Cumhuriyetle birlikte gelen düşünce reformunu yasalardan pratiğe geçirmek kolay olmamaktadır. Öte yandan okullarda

Cüceloğlu'nun kitapları: İnsan İnsana (1979), Yeniden İnsan insana (1992), insan ve Davranışı (1991), İçimizdeki çocuk (1993), İyi Düşün Karar Ver (1993) ve Yetişkin Çocuklar (1994).

Sanatımızda ve Günlük Yaşamımızda Kişilerarası İletişim

okutulan, bir Yetişkin insan yetiştirmeyi hedefleyen bilgileri, vasam stilimize ve dünya görüşümüze sindiremiyoruz. Örnežin, üniversiteyi bitirene kadar kendisine yıllarca deneyin ve gözlemin önemi anlatılmış nice aydın, falcılara, medyumlara gidiyor. Aydınlarımız, bu kişilerin kendilerine sundukları bilgileri, hangi deney ve gözlemle edindiklerini sorgulamıyorlar. Yıldız falcısının bir şekilde birleştirip aslana benzettiği yıldızlann, başka bir şekilde birleştirilip ütüye ya da kerpetene benzetilebileceği akıllarına gelmiyor.

Geleneksel dünya görüşünden uzaklaştıklarını düşünen aydınlarımız bile zaman zaman geleneksel tarzda iletişimler sergiliyorlar. Bu konuda iki gözlemini paylaşmak istiyorum:

Birinci gözlemim, senaryosunu Bilgesu Erenus'un yazdığı bir İrfan Tözüm filmi; adı Devlerin Ölümü. Sabahattin Ali'nin üç hikâyesini temel alan bir senaryoya dayanan bu film, artık insanlarımızın dudak büktüğü Eski Türk Filmlerinden çok farklı. Devlerin Ölümü, gerçeği bir Yetişkin tavrıyla irdeleyen insanların ortaya koyduğu çağdaş bir eser. Yani bu filmi, ÇocukAnababalar değil, Yetişkinler, belki de Empatik Toplumun öncüleri çevirmiş. Ancak filmin bir sahnesinde, Çocuk-Anababalar Toplumundan miras kalmış bir iletişim sergileniyor. Şöyle ki; film çekim ekibi bir okulun yanından geçerken bir çocuk yönetmene yaklaşıp (yönetmeni Tarık Akan oynuyor), "Film mi çevireceksiniz amca?" diye soruyor. Yönetmen ise gülümseyerek çocuğun başını okşuyor ve cevap vermeden yürüyüp gidiyor. Şekil-51a'da görüldüğü üzere, yönetmen bu davranışıyla çocuğu, Çocuk yerine koymuş, Yetişkin yerine koymamıştır. Yani yönetmen, Çocuk-Anababalar Toplumuna uygun bir davranış sergilemiştir. Çünkü Çocuk-Anababalar Toplumunda çocuklara ya "aferin" denilir, ya azarlanır ya da bir emir verilir; çocukla diyalog kurulmaz, sohbet edilmez; hatta bir misafirin yanında soru soran çocuklara cevap verilmez, (mümkünse hiç verilmez). Buna karşılık çocuklar sevilir, korunur, bazı soruları karşısında yönetmenin yaptığı gibi kafaları okşanır ve sanki ortamda yoklarmış gibi iletişim noktalanır. Yetişkin yanını geliştirmiş bir büyükten ise, Şekil52b'de görüldüğü gibi davranmasını bekleriz. Böyle bir kişi, çocuğun sorusunu cevapsız bırakmaz; "Evet film çeviriyoruz" ya da "Hayır" diye karşılık verir. Böyle davrandığında ise karşısındaki çocuğu Yetişkin yerine koymuş, "adam" yerine koymuş olur.

Soru soran bir çocuğa cevap vermeden sadece kafasını okşamak bir Çocuk-Anababa tavrıdır; sadece cevap verip yürüyüp gitmek bir Yetişkin tavrıdır; çocuğa hem cevap vermek, hem de kafasını okşamak ise Empatik Topluma özgü daha gelişmiş ve sentezleyici bir tavırdır.

Geleneksel dünya görüşünden uzaklaştıklarını düşünen aydınlarımızın sergiledikleri geleneksel tarzdaki iletişimlere ikinci örneğim şu: Son on beş-yirmi yıldır üniversite mezunu bazı aydınlarımız herkese (bakkala, çöpçüye, balıkçıya, öğretmene, avukata) "hocam" diye hitap ediyorlar. Bu davranışları, gerçek hocaların (özellikle öğretim üyelerinin) otoritesine baş kaldırma isteğinden kaynaklanıyor olabilir ya da "herkesten öğrenebileceğimiz bir şeyler vardır" görüşünden kaynaklanan eşitlikçi bir anlayışın ürünü olabilir. Gerekçe ne olursa olsun, konunun ilginç yanı bence şu: Geleneksel dünya görüşünden uzaklaşmak isteyen -belki gerçekten de uzaklaşmış olan- aydınlarımız, modern bir iletişim üslûbu oluşturmaya niyetlendiklerinde, geleneksel bir kelime olan "hocam" kelimesini simge olarak seçmişlerdir. Dedelerimizin geçmişte hayal ettikleri, "rahat ve yaratıcı Nasrettin" tipine "hoca" sıfatını eklemeleri gibi, günümüzün aydınları da her yiğide "hoca" demeyi uygun görmüşlerdir. Bence bu tavır, insanların dünya görüşleri değişse bile, benliklerinin derinlerine işlemiş olan iletişim tarzının kolay değişmeyeceğine güzel bir örnektir.

İletişim

Sosyal yaşamı önemli bir kelime ile özetlemek istesek, herhalde bu kelime “iletişim” olurdu. İletişim, dolayısıyla sosyal yaşam, varoluşumuzun temel öğelerinden.

Kişinin iletişim tarzı ile varolma tarzı / varolma düzeyi arasında karşılıklı etkileşim vardır. Kurduğunuz iletişimin niteliği nasıl bir insan olacağınızı belirler; nasıl bir insan olduğunuz ise kuracağınız iletişimi belirler. Eğer isterseniz, iletişimi bir sanat, kendinizi de bir iletişim sanatçısı haline getirebilirsiniz. Ekolünüz size kalmıştır.

Ekolden neyi kastediyorum: Bireyin kurduğu iletişimlerde, onun kişiliğinin ve iletişim bilgisinin etkisi kadar, hangi rolü icra ettiğinin, hangi değerleri benimsediğinin ve hangi düzeyde oyun oynadığının da etkisi vardır. Sanat ekollerine benzer şekilde, toplumların ve bireylerin de iletişim ekolleri olduğunu düşünebiliriz.

Diyelim ki Ahmet Bey kuyrukta bekliyor ve kuyruğun kişiyi, mensup olduğu sanat ekolüne veya dünya görüşüne bu münasebetsizi nasıl uyarır? Şüphesiz ki Ahmet Bey bu uygun bir üslupla uyarır. Şimdi Ahmet Bey'in kuyrukta önüne geçen kişiye verebileceği tepkilere bakalım:

Klasik tepki: "Sıraya geç kardeşim.” Neoklasik tepki: “Şeker kardeşim sıraya geçiver."

Realist tepki: "Sıra var"

Sürrealist (gerçeküstü): "Sallandıracaksın bunlardan iki tanesini Kızılay'da, bak bir daha yapiyorlar mı?”

Romantik: "Beyefendi galiba sırayı görmediniz "

Naturalist: "Sırana geç.

Modern: "Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa'da..."

Post-modern: “Sıraya geç lan ayı!”

Mutabakatçı: "Acelesi olmasa öne geçmezdi; üzmeyin garibi.”

Devrimci: "Alt yapi sorunları çözülmeden halkımız siraya geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek.

Kaderci: “Bırakın geçsin ya. İki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür."

Felsefeci (septik/kuşkucu): "Ön ve arka kavramları izafidir. O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir.” demektir.

Kanıtçı: “Efendim, algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa, adam yok olur." 

Kötümser varoluşçu: “Herkes bir gün ölecek onurlu bir şekilde bekleyin, o adam da ölecek. "

İyimser varoluşçu: “Sıkmayın canınızı şu anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve önünüze geçiyorlar.”

Hümanist: “İnsanlık bir bütündür. hepimiz birimiz için. Birimiz öne geçince, aslında hepimiz öne geçmiş gibi oluyoruz.

Köyümüzden

Yerelma Köyü

Köyümüzden görüntüler

Köyümüzden görüntüler2

Köyümüzden görüntüler3

Köyümüzden görüntüler4

Son Dakika Haberler

Canlı Tv İzle

Spor Haberleri

Sosyal Medyada Takip Edin

Whatsapp facebook youtube instagram twitter feedburner linkedin